Dr Yücel Tangün
Ülkemizin tıp alanında en köklü ve erkenden uluslararası arenaya katılmış bilimsel derneklerinin başında gelen Türk Hematoloji Derneği (THD) bu yıl kırkıncı yaşını kutluyor. Dernek büyük ölçüde Prof Dr Orhan Nuri Ulutin’in ön ayak olmasıyla 1967 yılında İstanbul’da kuruldu. O zamanki adı “Türk Hematoloji Cemiyeti” idi.
Milliyet gazetesi 28.12.1967 tarihli sayısında (sayfa 3) “Kan hastalıkları Cemiyeti kuruldu” başlığı altında şu kısa haberi veriyordu: Türk Hematoloji (Kan hastalıkları) Cemiyeti kurulmuştur. Türkiye’de bu konuda ilk olan Cemiyet’in başkanlığına Prof. Dr. Şeref Cemil İnceman seçilmiştir. Cemiyet ilk toplantısını dün Verem Savaş Derneğinde yapmıştır.
12 Mart 1971 darbesinden sonra, 2 Aralık 1972’de yürürlüğe giren 1630 sayılı yeni Dernekler Kanunu uyarınca adı “Türk Hematoloji Derneği” oldu.
Bu yazıda derneğimizin çoğu artık aramızda olmayan kurucu üyelerini kısaca tanıtmak ve ilk iki bilimsel kongresini anlatmak istiyorum.
Kuruluş sırasındaki tüzüğün ikinci maddesine göre THD’nin amacı “Memleketimizdeki hematoloji ve yakın bilim dalları ile ilgili çalışma ve araştırmaları geliştirmek, araştırmacıya imkanlar sağlamak, Türk hematolojisini dünyaya tanıtmak ve temsil etmektir.”
Gerçekten daha önceki yıllarda günümüz Türk hematolojisinin öncüleri -ki bunların başında Muzaffer Aksoy, Şeref İnceman ve Orhan Nuri Ulutin gelir- kısıtlı laboratuvar olanaklarına karşın seslerini Batı’nın hatırı sayılır dergilerinde ve kongrelerinde duyurmaya başlamıştı. Aslında araştırma yapabilmek için her birinin elinde sadece bir tek laboratuvar aracı vardı. Aksoy elektroforez cihazı ile anormal hemoglobinlere, İnceman faz kontrast mikroskobu ile trombositlere, Ulutin bir su banyosu (benmari) ile pıhtılaşma ve trombositlere yönelmişti. Bu üçlünün çok önemli bir diğer özelliğinin üzerinde durmamız gerekir. Üçü de Atatürk’ün 1933 Üniversite Reformu sırasında Türkiye’ye sığınan Alman bilim adamlarının öğrencileri olmuş, gene üçü de iç hastalıklarının birçok dalında, bu arada hematolojide bir otorite sayılan büyük klinikçi ve laboratuvarcı Prof Dr Erich Frank’ın (1884 – 1957) etkisinde kalmıştı.
Derneğin kurucuları arasında bu gençlerin yanında, laboratuvar tezgâhına oturmamış olsalar dahi, klinikte kan hastalıklarına ilgi duymuş, bu konuda olgu sunumları yayımlamış, hatta ilk ders kitaplarını yazmış, o devrin “ordinaryus profesör” unvanına sahip daha yaşlı kuşaktan iki hoca vardır: Sedat Tavat ve Arif İsmet Çetingil. Bir diğer kurucu üye ülkemize ancak 1940’ların başlarında sığınabilmiş, İstanbul Üniversitesi’ne 1945’de adım atabilmiş, bu yıllar arasında zorunlu olarak gittiği Çorum köylerinde toprak yiyen kansız çocuklarla karşılaşmış Alman uyruklu hekim ve araştırıcı Prof Dr Fritz Reimann’dır.
Diğer kurucu üyeler Ankara’dan hepimizin tanıdığı Prof Dr Ayhan (Okçuoğlu) Çavdar ile halen ABD’de yaşayan Hacettepe’den ünlü genetikçi Prof Dr Burhan Say, İzmir’den hematolojiye yakınlık duymuş iç hastalıkları ve nükleer tıp uzmanı Prof Dr Nail Tartaroğlu ile Prof Ulutin’in hemostaz alanındaki çalışma arkadaşlarından Prof Dr Mustafa Karaca’dır.
Yitirmiş olduğumuz kurucu üyelerimizi saygı ve rahmetle anıyor, aramızda olmalarından onur duyduklarımıza daha nice sağlıklı yıllar diliyoruz. İlerde kurucu üyelerimizi ayrıntılı olarak tanıtmaya başlayacağız.
Ord Prof Dr Sedat Tavat (1892 – 1973).
Ord Prof Dr Arif İsmet Çetingil (1896 – 1985)
Prof Dr Fritz Reimann (1897 – 1995)
Prof Dr Muzaffer Aksoy (1915 – 2001)
Prof Dr Şeref İnceman (1919 – 1994)
Prof Dr Orhan Nuri Ulutin (1924 – 2011)
Prof Dr Ayhan (Okçuoğlu) Çavdar (1930 – 2019 )
Prof Dr Burhan Say (1923 – 2014 )
Prof Dr Nail Tartaroğlu (1925 – 2005)
Prof Dr Mustafa Karaca (1929 – 2001)
Kuruluşun ardından derneğin ilk kongresi 27 Aralık 1967’de İstanbul’da Taksim’de Veremle Savaş Derneği binasının en üst katında bulunan küçük toplantı odasında yapılmıştı. Türk Tıp Cemiyetinin haftalık Salı toplantıları da (saat 20.30) aynı yerde olurdu. (Yeri gelmişken bir not: 1960’lı yıllarda Türk Tıp Cemiyetine “aza (üye)” olabilmek için bir “tebliğ (bildiri)” yapmak gerekiyordu. 1962’deki bildirimin adı “Bir vak’a münasebetiyle Truncus arteriosus communis” idi).
Bu yılki (2007) gibi Aralık ayının güneşli bir öğleden sonrasıydı. Hematolojiye gönül vermiş bir avuç kişiydik. İki yıllık askerlikten (1966-1967) yeni terhis olmuştum. Derneğin ilk başkanı hocam Şeref İnceman kısa açılış konuşmasında ( uzun konuşmayı sevmezdi), hematolojiye nasıl tutulduğunu anlatırken May Grünwald–Giemsa ile boyanmış kan ve ilik hücrelerinin mikroskop altındaki renkli çekiciliklerine (kendi deyimiyle “cazibelerine”) değinmişti. O gün Asuman Müftüoğlu, Şinasi Özsoylu, İzzet Berkel, Lamia Ulukutlu ve Bülent Berkarda gibi doçentlerin yanında, Şengün Balkuv (Ulutin), Nuran Akman ve benim gibi başasistan düzeyindeki gençlerin üyelikleri onaylanmıştı. O sıralar üye olabilmek için yeterli bir yayın listesi sunmak gerekiyordu. Sonraları bu ilkeye dikkat edilmemeye başlandı.
Bilimsel programda üç bildiri yer alıyordu: Ş. İnceman–Y. Tangün (Kasabach-Merritt sendromunda hemanjiyom kanında koagülasyon çalışmaları), F. Reimann (Akdeniz kansızlığında ve diğer anemilerde radyolojik kemik değişiklikleri) ve M. Karaca ve ark. (Hafif hemofilide laboratuvar) tarafından sunulan bildirilerin ardından kongre sona ermişti.
İzmir’den gelen M. Karaca’yı İnceman’ın Peugot 404’ü ile hava alanına götürmüştük. Yol boyunca Mario Stefanini (Karaca’nın ABD’de yanında çalıştığı hocası) ve fibrinoliz (Karaca’nın o sıralarda ilgilendiği konu) üzerinde sohbet edilmişti. Şimdi düşünüyorum da, kurulan bir derneğin ilk idari kongresinde bile bilimsel bir düzey gözetiliyor. İki kanbilimci yan yana geldiği zaman havadan sudan, paradan söz etmek yerine hematoloji konuşuyor. Bir derneğe üye olabilmek için sunum yapmak ya da yayınları olmak gerekiyor. O yıllarda kurucu üyelerin tümünün üniversitelerinde tam gün çalıştıklarını da eklemeliyim. Yorumu genç okuyucularıma bırakıyorum.
İkinci ulusal kongremize gelince; ilkinden daha uzun olarak bir tam gün süren bu kongre 20 Eylül 1968’de Ankara’da Ayhan Çavdar Hoca’nın ev sahipliğinde Cebeci’deki Çocuk Hastalıkları Kliniğinin emektar amfisinde gerçekleşmişti. Biz İstanbullular Ankaralı hocalarla (Ayhan Çavdar, Burhan Say, Şinasi Özsoylu, İzzet Berkel) tanışma fırsatına ilk kez orada kavuşmuştuk. Amfinin ilk sıralarını ancak dolduracak kadardık. Amfinin yukarılarında durmadan not tutan İ. Berkel vardı tek başına.
Bildiri konuları daha çok toprak yeme anemisi, trombosit fonksiyon bozukluklarının incelenmesinde kullanılan yeni yöntemler, multipl miyelomda immünoelektroforez bulguları, hemoglobinopatiler, akut miyelomonositik lösemili çocuklardaki göz lezyonları üzerinde yoğunlaşmıştı. B. Say DiGeorge sendromu’nu anlatmıştı. Özellikle daha önce görmemiş ve duymamış olduğum son iki konu bana çok ilginç gelmişti.
Hararetli tartışmalar yönünden son derece zengin, üst düzeyde bir toplantı idi. Üzerinde sarı bir elbise olan Ayhan Hoca arada bir kürsünün arkasındaki kapıdan dışarı çıkıyor, biraz sonra savını destekleyen bir literatürün ayrı baskısı ile geri geliyordu. Tartışma hem Hacettepe’nin, hem de Ankara Tıp’ın yoğun araştırmalar yaptığı toprak yeme anemisinin patogenezi ile ilgiliydi.
O gün Ankara’da üniversite dışı bir kurumdan (E. Gökay) sunulan bir bildirinin konusu aplastik anemili hastalara eritropoetin sağlama amacıyla çiğ böbrek (!) yedirilmesi üzerineydi. Sunucu böbreklerde yapıldığını bildiği eritropoetin hormonunu koruma amacıyla böbreği pişirmiyordu. Ayhan Hoca bu bildiriyi sert bir şekilde eleştirdi. Eritropoetin mide asiditesi tarafından yok edilmeye mahkûm bir glikoproteindi.
Kongre akşamı kentin ünlü bir lokantasının – yanılmıyorsam adı Washington’du – bizlere ayrılmış bir odasında hematoloji ailesi Ulutin Hoca’nın deyimiyle ilk “hematoloji yemeği”ni yedi. Programda adı “hematoloji yemeği” olduğu halde mönüde dalak ve çiğ böbreği boşuna bekledik. Bilimsel tartışmalar orada da kahkahalar arasında sürüp gitti. Adı verilen sendromu tanımlayan Angelo DiGeorge ve Ş. Özsoylu’nun hocası pediatrik hematolojinin babası Louis Diamond üzerinde sohbetlerin koyulaştığını anımsıyorum. İnceman Angelo‘yu önce bir kadın (Angela) olarak algıladığından sınıf arkadaşı Say’a takılıp duruyordu. Ankara’ya kendi olanaklarımızla gitmiştik. O yıllarda “sponsor” kavramı ile henüz tanışmamıştık. Lokantada ödemeler “Alman usulü” yapıldı.
1997’den bu yana kongrelerimiz bilimsel içerik ve mezuniyet sonrası eğitim kursları açısından giderek zenginleşiyor. Her yıl biraz daha dolgun programlarla karşılaşıyoruz. Bunlara koşut olarak, ünlü Fransız özdeyişinin (“le congrès s’amuse = kongre eğleniyor”) doğruluğunu kanıtlayan geceler geçirmekten de geri kalmıyoruz. Artık çoğu kez güneyin tatil yörelerinde –belki büyük kentlere göre daha ucuza mal edildiğinden– çok yıldızlı otellerde toplanıyoruz. Kongre sözlüğümüze yeni sözcükler girdi. Açılış kokteylleri mutlaka “prolonje” oluyor. Uydu sempozyumlarımıza “lunch box”lar eşlik ediyor. “Limitli” ya da “limitsiz” içkili gala yemeği gecelerinde yüksek hacimli ses düzenleri yanımızdakilerle muhabbeti (şimdilerde “keyif” deniyor) engelliyor. Bilimsel çalışmaları desteklemede ya da en başarılı çalışmaları ödüllendirmede çoğu kez eli sıkı davranan biyoteknoloji şirketleri nedense gala gecelerinin orkestra ve sanatçılarına bayağı cömert kalabiliyor.
Nostalji dediğimiz geçmişe özlem çoğu kez, kimi yaşlılara özgü bir duygu mu? Yoksa yaşlılığın kaçınılmaz belirtilerinden biri mi? Hangisi olursa olsun, o alçakgönüllü, ağırbaşlı, belki de tartışma açısından şimdikilerden çok daha ateşli geçen ilk yıl kongrelerini anımsamadan edemiyorum. O dönemlerdedir ki, ne YÖK, ne de YÖK’ün akademik yükseltme ölçütleri vardı.
Bu yıl düzenlenen XXXI. Ulusal Hematoloji Kongresinin bence en önemli özelliği çalışmalarını yurt dışında büyük başarı ile sürdüren çok sayıda Türk meslektaşımızın bilimsel katkıları ile aramızda yer almalarıdır. Bu sevgili dostlarımıza hoşgeldiniz derken bu örnek davranışından dolayı THD Yönetim Kurulunu da kutlamak istiyorum.